18. Kaybolan Geçmiş İçin Ağlama, Elindeki Mumlarla Şimdiki Zamanını Aydınlat
Bu makalenin kaynağı, Dr. Aladdin Ali'nin “Yürekten Esintiler” adlı kitabıdır.
Giriş: Kalbin Zindanından Varlığın Ufuklarına Bir Tefekkür Seyahati Nedir bu fânî gönlün, elinden uçup gidene yanarken, avucunun içindeki hazineleri görmezden gelişi? Nedir bu ruhun, sahip olduğu nimetlerin cennet bahçelerinden habersiz, erişilmez emellerin serabı peşinde soluk soluğa kalışı? Bu, insanoğlunun ezelî ve çetin imtihanıdır: Tek gözüyle dâimâ eksik olanı görür de, lütufların sağanağına rızâ gözünü kapar. Ayağına batan bir dikenin sızısıyla feryat eder de altındaki nimetler halısını unutur. Ne acıdır o kalbin hâli ki, nasibi nedamet ve hüsran kadehinden içmek olur da şükür ve irfan pınarından bir yudum almayı aklına getirmez!
Serabın Çölü ve Varlığın Vahası Arasında: Ruhun Hayat Yolculuğu
Niçin kalp, geçmişin dağıyla dağlanır da geleceğin baharından gafil kalır? Niçin göz, kadehindeki çöpü görür de onu dolduran hayat pınarından bîhaberdir? Bu, insanın ezelî açmazıdır. Kendisine nimetlerden bir saray inşa edilir, o ise duvarındaki bir deliğe takılıp kalır. Ona sevinçlerden bir gül bahçesi hediye edilir, o ise bahçenin ücra bir köşesinde solarak can vermiş bir gülün hasretini çeker.
- Tefekkür et benimle: İlim, servet ve itibar sahibi bir zât düşün. Allah ona her hayrın kapısını aralamış, şerefin zirvesine eriştirmiş, rızkın ve refahın en rahatına kondurmuş. Lâkin... Ah o "lâkin" ki, en berrak suları bulandırır, en sarsılmaz yakîni sarsar! O zâtın kalbi, ulaşamadığı bir makama veya ellerinin yetişemediği bir yıldıza takılıp kalmıştır. Gecelerini, bir daha asla geri gelmeyecek olanın pişmanlığıyla sırdaş eyler; kendi kendine, kilitli her kapının anahtarı olan o meş'um "keşke" kelimesini fısıldar. Kederinin izdihamında unutmuştur ki, elinde tuttuğu imkânlar nice yorgun emekçinin en büyük hayali, içinde yüzdüğü nimetler ise nice mahrumun gözünde cennetin ta kendisidir. O, yokluğun serabına esir düşmüş, mevcudun cennetine kör kalmıştır.
- Şimdi de basîret gözüyle müşâhede et: Şefkatli bir anneyi hayal et. Yaradan ona, bahçenin en taze çiçekleri gibi evlatlar lütfetmiş. Yanında, en zor zamanlarda dağı, sığınağı olan vefalı bir eş var. Damarlarında kan gibi dolaşan bir afiyet ve sağlık nimetiyle kuşatılmış. Fakat onun gözü dışarıda, kalbi başkalarının hayat vitrinlerinde, gösterişli fotoğraflarında gezinmektedir. O bunu almış, diğeri şuraya gitmiş diye bakarken, kıyas şeytanı kulağına fısıldar: "Senin mutluluğun eksik, hayatın dört duvar arasında bir hapisten ibaret." O an unutmuştur ki, bir çocuğun masum kahkahası kâinatı aydınlatmaya yeter. Vefalı bir eşin şefkatli dokunuşu kalpteki bütün yorgunluğu siler. Ve Allah'ın mülkünde bir anlık tefekkür, hazinelerin hazinesi, nimetlerin en yücesidir. O, sahip olmadıklarını aramanın yorgunluğuyla, avuçlarının içindeki definelerden gafil kalmıştır.
- Ve bir de şuna bak: Allah'ın kendisine tam bir sıhhat bahşettiği o adam... Adımları sağlam, nefesi ufuklar kadar geniş, dili en leziz rızıkları tadıyor. Yıllarını geçirdiği eşiyle aralarındaki sevgi pınarı kuruyup muhabbetleri zayıflayınca, Allah ona eskisinden çok daha hayırlısını, sevgisinde eriyen, sadakatle pervane olan yeni bir eş nasip etmiş. Fakat o, inadına kendini dünün enkazına hapsetmiş; yitip giden bir talihe ağlar, geride kalmış bir hayata hasret çeker. Ne hasretiyle kaybettiği dünü geri getirebilir, ne de şükrüyle bugünün tanığı olduğu nimeti koruyabilir. O, dünün kılıcıyla bugünü katletmekte; böylece dünyayı da ahireti de kaybetmektedir ki, apaçık hüsran işte budur.
Hayretin Özü: Neden Gülü Görmez de Dikene Takılırız?
Bu hayretin ve şaşkınlığın sırrı, nefsin derin vadilerinde saklıdır: Kimi zaman bu, kıyas illetidir ki, kişinin gözünde başkasının elindekini altın, kendi elindekini toprak gösterir. Kimi zaman bu, nefsin ufkun ötesine uzanan, hiç doymak ve kanmak bilmeyen doyumsuz tabiatıdır. Kimi zaman da bu, yoksunluğun büyüsü ve mahrumiyetin kibridir ki, bize yasaklanan her şeyi gözümüzde süsler, kaybettiğimiz her şeyi kalbimizde devleştirir.
Ey İnsan: Nimete Hamd Eden, Lütfu Zikreden Ol!
Ey hayat yollarında şaşkın yolcu! Ey elindekinin azlığından şikâyet eden dertli! Uyan artık bu derin gafletten, silkelen ve kalbinin üzerindeki hasret tozunu at. Gözlerini, neyin eksik olduğunu görmek için değil, seni hangi nimetlerin kuşattığını idrak etmek için aç. Ruhunun bahçesini rızâ suyuyla sula ki, orada kanaat çiçekleri açsın, saadet ağaçları meyveye dursun.
Unutma! Saadet, kaybolanın peşinde bir arayış değil, mevcut olanla hemdem olma, onunla zenginleşme sanatıdır. O, şükreden bir kalbin verdiği bir karar, sabreden bir ruhun kazandığı bir basîrettir. Sen, azı çok, küçüğü büyük eyleyen o insan ol. Saraydan önce aldığın nefese, hazineden önce sahip olduğun sağlığa şükreden sen ol.
Sorma: "Ne kaybettim?" Bilakis sor: "Bana ne lütfedildi?"
Deme: "Keşke şuna sahip olsaydım..." Aksine de: "Sahip olduklarım için Elhamdülillah."
Kalbini bir minnet mihrabı, dilini bir şükran terennümü ve amelini bu şükrün ispatı kıl. İşte o zaman göğsünde kaybın sızısını değil, ruhunun ebediyete dek sürecek olan irfan ve huzur bestesini duyacaksın.
Kalp, şükür ve minnetle atmak için daha neyi bekler? Göz, rızâ ve hoşnutluk nuruyla ne zaman sürmelenecektir?
Hayatın Sırrını Satan Adam hikayesi
Dem Bu Demdir: Bir Kapalıçarşı Kıssası
Zaman, bin dokuz yüz altmışların henüz başında, İstanbul’un yorgun ama mağrur kalbinde ağır ağır akmaktaydı. Kapalıçarşı, asırların uğultusunu taşıyan taş duvarları, insan selinin bir an durulup bir an coştuğu dehlizleri ile kendi içinde bir şehirdi. Bu şehrin kalabalığında, ruhunda bir zenginlik ateşi, adımlarında ise gençliğin sabırsız telaşı olan Osman adında bir tüccar yürürdü. Zihni, gelecekte kazanacağı servetlerin, elde edeceği itibarın hayalleriyle o kadar doluydu ki, bastığı kadim taşların fısıltısını, yanından geçen bir hamalın alnındaki terin hikmetini, bir güvercinin kanat çırpışındaki sükûneti göremez olmuştu. Başarılıydı, evet, ama gönlünde adını koyamadığı bir eksiklik, en kalabalık anlarda bile onu yalnız bırakan bir boşluk vardı.
Bir ikindi vakti, daha evvel hiç girmediği, sanki çarşının gürültüsünün hürmet edip etrafından dolaştığı loş bir sokağa saptı. Orada, zamanın bile eşiğinde soluklandığı, vitrininde göz alıcı hiçbir meta bulunmayan, ahşap kepenkli küçük bir dükkânın önünde durdu. İçeride, yüzündeki çizgilerin her birini sabırla işlemiş bir ihtiyar, Arif Usta, elindeki kehribar tespihin taneleri gibi sükûneti parmaklarının arasından kalbine akıtarak oturuyordu. Dükkânın duvarlarında, satılık eşyalar yerine, isli bir kandilin ışığında harfleri parlayan, her biri bir gönül nakşı olan hat levhaları asılıydı.
Osman, merakına yenik düşerek eşikten içeri süzüldü. “Selâmünaleyküm usta,” dedi, sesi çarşının gürültüsünden arınmıştı. “Burada ne alınıp satılır? Dükkânın pek bir ıssız.”
Arif Usta, gözlerini levhalardan ayırmadan, lakin bütün varlığıyla Osman’a dönerek cevap verdi. O ses, bir pınarın topraktan sızan ilk serinliği gibiydi. “Aleykümselâm evlât. Issız görünür amma, bu kapıdan içeri giren kendi kalabalığıyla gelir. Biz burada, fani olanı verip, baki olana dair bir sırrı satın alırız.”
Osman’ın aklı karışmıştı. Gözü, tam karşısındaki, sedef kakmalı bir çerçeve içindeki levhaya takıldı. Üzerinde, celi sülüs bir hatla iki kelime yazıyordu: “DEM BU DEMDİR”. Altında ise daha ince bir rika ile şu cümle işlenmişti: “Dün, bir rüya idi geçti; yarın, bir hayaldir belki. Elindeki tek hazine, soluk alıp verdiğin şu andır.”
“Bu levha… ve bu sözler…” diye mırıldandı Osman. “Buna paha biçecek olsan, ne istersin usta?”
Arif Usta, tespihini avucunun içine alıp tebessüm etti. Bu, her şeyi anlamış ve affetmiş bir tebessümdü. “Onun bedeli para ile değil, hâl ile ödenir evlât. O levhayı oradan indirip sana vermemin bir bedeli var elbet. Lakin o bedeli kesenden değil, nefsinden ödersin.” “Nedir o bedel?” diye sordu Osman, kalbinin daha hızlı çarptığını hissederek.
“Bedeli,” dedi Arif Usta, gözlerinin içine derinlemesine bakarak, “hayatının gölgesi olmayı bırakıp, bizzat kendisi olmaya niyet etmendir. Geçmişin keşkeleriyle ruhunu zindan etmeyeceksin. Geleceğin endişeleriyle zihnini bulandırmayacaksın. Elini, dün biriktirdiği tozdan; aklını, yarının sisinden arındıracaksın. Yediğin lokmanın tadına, içtiğin suyun serinliğine, dostunun tebessümünün sıcaklığına varacaksın. Kısacası, o levhayı değil, levhanın sırrını taşıyacaksın gönlünde. Varlığının tamamıyla ‘şimdi ve burada’ olmaya söz vereceksin. İşte o zaman, o levha senin olur.”
Osman sarsılmıştı. Arif Usta’nın sözleri, ruhunun en derinindeki o boşluğa bir tohum gibi düşmüştü. Yıllardır geleceği kazanmak için bugünü nasıl da hoyratça harcadığını fark etti. Hayat, o kovaladıkça önünden kaçan bir serap gibiydi. Ya asıl hazine, tam da durduğu yerde ise?
Derin bir nefes aldı. Bu, belki de hayatında aldığı ilk “farkında” nefesti. “Kabulümdür usta,” dedi. “Sözünü de, levhanı da satın alıyorum.”
Arif Usta, yavaşça yerinden kalktı. Levhayı bir emaneti okşar gibi duvardan indirdi, yeninin ucuyla tozunu aldı ve Osman’a uzattı. “Bu levha, sana yolunu hatırlatan bir dost olsun evlât. Lakin unutma, asıl Kâbe levhada değil, senin kalbindedir. Oraya dönmedikçe, hangi levhaya baksan nafile.”
Osman, dükkânının en mutena köşesine astı o levhayı. İlk zamanlar zordu. Zihni, eski alışkanlıkların izinde geleceğin hesaplarına, geçmişin pişmanlıklarına kaçmak istiyordu. Lakin her başını kaldırdığında, o iki kelime ona Arif Usta’nın sesini, verdiği sözü, ruhundaki o anlık sükûneti hatırlatıyordu: DEM BU DEMDİR.
Zamanla Osman’ın hâli değişti. Hırsının ateşi sönmedi ama alevi sakinleşti; artık yakıp yıkan bir yangın değil, ısıtıp aydınlatan bir ocağa dönüştü. Müşterisiyle yaptığı pazarlığın sadece kârını değil, o insanın yüzündeki ihtiyacı da görmeye başladı. Ailesine ayırdığı vakit, bir vazife olmaktan çıkıp bir şükür vesilesi oldu. Yolda gördüğü bir kedinin başını okşarken, bir çocuğa tebessüm ederken buldu kendini. Anladı ki hakiki zenginlik, kasada birikenler değil, kalpte birikenlerdi. Gönül yapmanın, en büyük kazanç olduğunu idrak etti.
Yıllar yılları kovaladı. Osman Usta’nın saçı sakalı ağardı, Arif Usta’nın dükkânının yerinde artık yeller esiyordu. Bir gün, kendi dükkânında otururken içeriye genç bir adam girdi. Gözlerinde, yıllar evvelki kendi bakışlarını gördü: o aynı telaş, aynı arayış, aynı ruh yangını…
Genç adam, dükkânın sükûnetine ve Osman Usta’nın dinginliğine hayran kalarak sordu: “Ustam, bu kadar huzurlu olmanın bir sırrı var mıdır? Hiç geriye dönüp ‘keşke’ dediğin olmuyor mu?”
Osman Usta, duvardaki, zamanla rengi solmuş ama manası daha da parlamış levhayı gösterdi. “Pişmanlık, yaşanmış bir ömrün gölgesidir evlât,” dedi. “Mesele, gölgesiz olmak değil, yüzünü daima ışığa dönebilmektir. Elbette benim de keşkelerim oldu. Lakin anladım ki hayat, geçmişin yükünü taşımak için değil, her yeni günde o yükü usulca yere bırakıp yeniden başlamak için bir imkândır.”
O gece, yatsı ezanları İstanbul’un kubbeleri üzerinde bir manevi tül gibi dalgalanırken, Osman Usta, bir ömür en kıymetli hazinesi bilip sakındığı son nefesini, sahibine sükûnetle teslim etti.
Onun hikâyesi, Kapalıçarşı’nın duvarlarında bir sır gibi fısıldanmaya devam etti. Ve “Dem Bu Demdir” levhası, bir ustanın bir çırağa bıraktığı en değerli miras olarak elden ele, gönülden gönüle dolaştı durdu. Zira her nefes, bir daha asla geri gelmeyecek eşsiz bir hediye, her an ise ebediyete açılan bir kapıydı.
Hikmet Pınarından Süzülenler
- Gönül, geçmişin küllerini eşeleyen değil, bugünün toprağına umut tohumu ekendir.
- Dünün güneşi bugünü ısıtmaz. Kendi ateşini, kendi gayretinle yakmalısın.
- Kader, gayrete aşıktır. Sen ilk adımı at, yol kendini gösterir.
- En bereketli yağmur, alın teridir. Başkalarının bahçesindeki güle imrenmek yerine kendi fidanını sula.
- En derin zindan, pişmanlıkların parmaklıklarıyla örülmüş olanıdır. O zindanın anahtarı ise "tevbe" ve "tevekkül"dür.
- "Kaybedilenin hasretini bırak, mevcudun neşesini ganimet bil."
- "Nefsini maziyle meşgul eyleme; elinde olana ve gelecek bulunana sevin."
- "Köhne harabeler başında bekleme; halihazırdaki nimetlerin gölgesine sığın."
- "Kalbi düne takılıp kalan, güneşin seher vaktindeki parıltısından mahrum kalır."
- "Suyu çekilmiş bir nehre gözyaşlarını heba etme; zira yanı başında, henüz gürül gürül akan ve içmediğin bir pınar var."
- Zira hikmet, yitirileni unutmakta değil, var olanın değerini idrak edip onu faydalı ve paha biçilmez olanla değerlendirmektir.
Türk Gençliğine Pratik Tavsiyeler
- 1. Dijital Vitrinlere Aldanma: Sosyal medyada gördüğün parıltılı hayatlar, bir filmin sadece en güzel sahneleridir. Kendi filminin tamamına haksızlık etme. Başkalarının vitrinine bakarak kendi evinin huzurunu kaçırma.
- 2. Küçük Başlangıçları Küçümseme: Büyük bir çınar da küçücük bir tohumdan filizlenir. Bugün attığın küçük bir adım, okuduğun bir sayfa, öğrendiğin yeni bir kelime, yarınki zaferlerinin temelidir. Sebat, en büyük keramettir.
- 3. Şikâyet Defterini Kapat, Şükür Defterini Aç: Her gece yatmadan evvel, "bugün ne kaybettim?" diye değil, "bugün hangi nimete şahit oldum?" diye sor kendine. Sahip olduklarının bir listesini yap. Göreceksin ki, en fakir zannettiğin anda bile ne büyük bir zenginsin.
- 4. Maziyi Müzeye Kaldır: Geçmiş, ders alınacak bir tecrübeler müzesidir, içinde yaşanacak bir ev değil. Oradan ibretini al, dersini çıkar ve kapısını saygıyla kapat. Gelecek, önünde duran bembeyaz bir sayfadır; kalem senin elinde.
- 5. Bileğindeki Altın Bileziğe Güven: Diplomana, sanatına, hünerine yatırım yap. En zor zamanda seni yarı yolda bırakmayacak olan, cüzdanındaki para değil, zihnindeki ilim ve bileğindeki sanattır. Kendi mumunu yapacak kadar usta ol ki, karanlıktan korkmayasın.
Varlığın Bestesi
Gönlün niçin dert çeker, nedir bu efgan?
Varken avucunda böyle bir umman.
Serabı bırak da, vahaya inan,
Uyan gafletinden, uyan ey canan!
Yıldızlar uzaktır, mazi bir zindan,
"Keşke"ler içinde tükenir zaman.
Kıyas zehirli ok, olma hiç kurban,
Yolun sonu hüsran, her yanı ziyan.
Kaldır göz perdesin, bitsin bu boran,
Uzakta arama derdine derman.
Şükürde gizlidir o kutlu ferman,
Her nimet hediye, lütf-u Yezdân.
Hayat bir armağan, kıymetini an,
Varlığın bestesi, duyulan her an.
Bir nefes sıhhattir en büyük ferman,
En büyük hazine, sarsılmaz iman.
Hüsn-ü zan ile bak, yeşersin bostan,
Bir tohumda gizli, koskoca orman.
Gayretindir senin, en güçlü kalkan,
Azimle olursun, sensin kahraman.
Bırak o sızıyı, olmasın hüsran,
Kalbini doldursun sonsuz bir şükran.
Ruhunla söyle sen, bu kutlu destan,
Mutluluk sendedir, her yerde, her an.
Telif Hakkı © 2025, Dr. Aladdin Ali'in orijinal metninden ilhamla, Dr. Aladdin Ali tarafından yapılan bu edebi tercüme ve yeniden yorumlamanın tüm hakları mahfuzdur. İçeriğin, kısmen veya tamamen, yazarın yazılı izni olmaksızın kullanılması, kopyalanması veya yeniden yayımlanması, bu edebi ve ilmî çalışmaya gösterilen emeğin ve fikrî mülkeyetin korunması amacıyla yasaktır.
