15. Ufkun Parıltısı ve Mevcudun Kıymeti: İnsanın Uzak Olana Ezelî Meyli
Bu makalenin kaynağı, Dr. Aladdin Ali'nin “Yürekten Esintiler” adlı kitabıdır.
Giriş: Ey hakikat pınarının iştiyaklı yolcusu, ey mânâ incilerinin arayışındaki sâlik! Bil ki, insanoğlu, varlık sahnesine adım attığı ilk demden beri, meçhulün çağrısına kulak kesilmiş, sır perdelerinin ardına sevdalanmıştır. Bu "uzak" olana yönelik ezelî iştiyak – ki muhayyilenin çizdiği o büyülü resimlerde gözlere daha bir ulvî, daha bir cazip görünür; rûhun hasretle kanatlandığı o iklimlerde daha bir saf, daha bir berrak hissedilir – fıtratın derinliklerinden yükselen kadîm bir nida, varoluşumuzun özüne işlenmiş celîl bir hasrettir. Şu halde, nedir acaba her uzaklaşan ve erişilmez görünen şeyde gizlenen bu tılsımın mahiyeti? Ve neden içinde bulunduğumuz anın nağmeleri böylesine sönük kalırken, gâibin, yani henüz vuslatına eremediğimizin haykırışları gönül ufkumuzda daha geniş bir yankı bulur da vefâkâr yakının teselli dolu fısıltılarından daha derinden sarar kalbimizi, daha güçlü çeker kendine? Bu tefekkür, gayret ve hüsnüzan ile yoğrulmuş bir seyahattir bu sırlara doğru.
ULAŞILMAZ GÖRÜNENİN ÇEKİM GÜCÜ
Gönülleri her uzağa doğru cezbeden bu imtihan, bu ince sınanış, gelişigüzel bir hevesin veya kör bir tesadüfün eseri değildir. Aksine, rûhun derinliklerinde saklı nice esbâbın bir araya gelmesinden doğan ve hayatımızda yankıları görülen bir hakikattir. Zira mesâfe, eşyânın üzerine gizemli bir güzellik hâlesi örter; ve bu gizem, hayal gücümüzün, hiçbir kayıt ve şarta bağlı kalmaksızın, serbestçe kanat çırptığı, mânâ çiçekleri derlediği en mümbit bir irfan bostanıdır. Bizler, ruhumuzdaki o derin iştiyak vâdilerini en aziz arzularımızla bezeyerek, en ulvî hülyalarımızla ilmek ilmek dokuyarak, en parlak ümitlerimizin renkleriyle tezyin ederiz. Böylece, nazarlardan ırak kalan yâr, zihnimizde seyrine doyulmaz bir dolunay misâli canlanır; gözlerden uzak diyârlar, vicdanımızda içinden ırmaklar akan cennetlere inkılâb eder; erişilmesi zor görünen her mansıp, her makam, sanki ebedî saadetin ve kâmil bir hayatın yegâne anahtarıymış gibi telakkî edilir. Bütün bunların temelinde yatan ise, o uzaklardan bize ulaşanın, hakikatin bütününden ziyade, лишь cüz’î pırıltılar, bölük pörçük haber kırıntıları olmasıdır. Bizler de bu kırıntıların etrafında, kalbimizin şifâ bulduğu, ruhumuzun itminan duyduğu en ideal tasavvurlardan oluşan bir hüsnüzan atlası dokuruz. Zira hakikatin zaman zaman sınayıcı olan eli, o hayallere henüz bütün ağırlığıyla dokunmamış; gündelik hayatın tekdüze akışı, o parlak düşlerin üzerine henüz gölgesini düşürmemiştir.
Ruh ilminin ve kalbî tefekkürün pınarlarından bir izah ararsak, bu durumu "nâdir bulunanın kıymeti" ilkesiyle açıklayabiliriz. Bu ilke, her zor elde edilenin şânını yücelten, her uzak ve münevver olanın değerini artıran bir hakikattir. Zira uzak olan, bizâtihî mesâfesi ve kolayca ulaşılamaz oluşuyla "ender" bir kıymet kazanır. Ellerimizin kolayca ve zahmetsizce yetişemeyeceği bir mevkide durduğundan, gözlerimizde saklı bir cevher, himmetlerimizi kamçılayan, gayretimizi bileyen müstesnâ bir gâye oluverir. Buna bir de, gönül ufkunda parıldayan "emel ışığını" ekleyelim. Zira uzaktaki, henüz hazineleri gün yüzüne çıkmamış bir imkânı, doğruluğu yahut aldatıcılığı henüz tecrübe edilmemiş bir vaadi temsil eder. Ve nice vaadin parıltısı, gönülde, bizâtihî vuslatın lezzetinden daha derin bir tesir bırakmış, daha ulvî bir heyecan yaşatmıştır! İnsanoğlu, fıtratındaki o engin hürriyet iştiyakıyla, içinde bulunduğu anın, zaman zaman daraltan çemberinden, yeknesaklığın boğucu sarmalından kısa bir anlığına da olsa sıyrılıp kurtulmayı, derin bir nefes almayı özler. İşte uzak ufuklar, ona, alışılmışın ve sıradanlığın tekdüze zindanından bu engin "kaçışın" kapılarını aralar. Bu derin özlem, her meçhule yönelik aslî bir tecessüsle, bilme ve keşfetme arzusuyla birleştiğinde, karşı konulmaz bir çekim gücü, önüne geçilemez bir muhabbet ve iştiyak hâlesi meydana getirirler. Bu, daha iyisine, daha güzeline doğru bir gayret yolculuğunun da ilk adımı olabilir.
HİKMETİN UYARAN NÛRU: İBN MÜFLİH HAZRETLERİ’NİN SESİ, ASIRLARIN ÖTESİNDEN GÖNÜL SEMÂMIZI AYDINLATIR
Bu hayret verici suâlin izlerini sürerken ve bu baş döndürücü meylin derinliklerinde tefekküre dalarken, şuurumuzun işiten kulaklarında, zifiri karanlıkları dağıtan parlak bir yıldız misâli, o ebedî nida, o celîl ikaz çınlar durur. Bu öyle bir nidadır ki, âlimlerin ve imamların kutbu, Şemseddin İbn Müflih el-Hanbelî Hazretleri – Cenâb-ı Hak onu rızâsının ve rahmetinin sâyelerinde barındırsın, Firdevs cennetlerinin en mutenâ köşelerine yerleştirsin – hikmetin en beliğ lisanıyla ve basîretin en âşikâr beyanıyla şöyle ferman buyurmuştur: "Ârif ve kâmil kişi, nazarını (her şeye ve her yöne ölçüsüzce) salıvermekten fevkalâde sakınsın! Zira göz, çoğu zaman güç yetiremeyeceği, hakikatine vâkıf olamayacağı şeyi, olduğundan bambaşka bir sûrette, daha cazip bir kisvede görür de bu durum, sahibini (aldanış ve hüsran) tehlikesine dûçâr eder!" Ah, ne derin mânâlar içeren, ne şümullü bir kelâm! Ne kadar da muhtasar ve beliğ irşâdlar! Bu Rabbânî imam, bu hikmetli sözüyle, insanoğlunun gönül âlemindeki en ince, en hassas zaaf noktalarından birine; yani, "aldatıcı bir parıltıyla, gelip geçici bir câzibeyle gözün ve dolayısıyla kalbin kaymasına", bu fânî ve alçaltıcı şa'şaanın peşinden sürüklenmenin acı âkibetine işaret buyurmaktadır. Bu pek kıymetli tenbih ve irşâd, nefsin gizli dehlizlerindeki temâyüller ile sâlih amellerin veyahut aldanışların dünyadaki ve ukbâdaki neticeleri arasında bir idrâk köprüsü, bir vuslat ve basîret yolu tesis etmektedir. Bu, aynı zamanda, hüsnüzan ile teyakkuzu birleştirme gayretidir.
FENÂNIN ALDATAN GÖRÜNTÜSÜ, BEKÂNIN AYDINLATAN BASÎRETİ: ZÂHİRİN KABUĞU VE HAKİKATİN NÛR SAÇAN ÖZÜ ARASINDAKİ İMTİHAN
Şüphesiz ki göz, şu hisler âlemine açılan penceremiz, çoğu zaman hakikatlerin ve hikmetlerin berrak bir aynası olmaktan ziyade, taşkın hayallerin ve kuruntuların seyrine daldığı bir vasıta oluverir. Ellerimizin yetişemediği, imkânlarımızın kifâyetsiz kaldığı veya zamanın bizden esirgediği her ne varsa, zihinlerimizde bir serap perdesiyle, bir sis bulutuyla örtülür de bize, hakikatte olduğundan, özünde taşıdığı mânâdan çok daha parlak, çok daha mükemmel, çok daha câzip bir sûrette görünür. İşte o mübârek imamın sakındırdığı bu "tehlike", fânî bir parıltının, gelip geçici bir serabın peşinde soluk soluğa koşmak, batan bir hayâlin, sönen bir ümidin eteklerine tutunmaktır. Bu beyhûde çırpınış, çoğu zaman sadece derin bir hüsranın ve kırık bir kalbin acısını miras bırakmakla kalmaz; aynı zamanda, daha da vahimi, gönül gözünü içinde bulunduğu anın nimetlerini, yanı başındaki güzellikleri görmekten kör edebilir ve kişiyi nankörlüğün, nimeti inkâr etmenin karanlık dehlizlerine sürükleyebilir.
Hâlbuki en doğru yol, en selâmetli güzergâh, kâinâtı ve hâdisâtı, nûrânîleşmiş bir kalbin ışığıyla, yani Alîm ve Habîr olan Cenâb-ı Hakk'ın bir ihsânı, bir lûtfu olan basîret nazarıyla temaşa etmektir. Zira şu bakan gözümüz, ancak sınırlı bir zâhirî idrâkin, dış dünyanın kaba hatlarını fark etmenin bir âletidir ve çoğu zaman gönle, gelip geçici vehimlerin ve uçsuz bucaksız hayallerin dokuduğu aldatıcı, süslü sûretler taşır. Basîret ise, bunun tam aksine, Allah Teâlâ'nın, takvâ sahibi, ihlâslı ve emin kulunun kalbine ilka ettiği yakîn nûrundan bir şuâdır ki, kul onunla eşyânın hakikatini, hâdiselerin iç yüzünü ve gizli mânâlarını idrâk eder; hayrı şerden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden tefrik eder. Kalbinde basîret kandili sönmüş, ferâset ışığı zayıflamış bir gönül ise, fettan gözün taşıdığı her sahte parıltının, her aldatıcı süsün esiri olur da hakiki kıymeti olmayan, fânî ve değersiz arzuların, erişilmesi muhâl emellerin peşinde değerli ömrünü ziyan ederek bir serabın ardında koşar durur. Bu ise, derin bir tefekkürle aşılabilecek bir imtihandır.
ÎMÂNIN KESKİN NAZARI: KALBİN İMTİHANI, NEFSİN ALDATMACALARI VE MEL'UN ŞEYTANIN HİLELERİ
Eğer bu mühim meseleye şerîat-ı garrânın parlak mihenginde, îmânın nûrânî dürbünüyle nazar kılacak olursak, bu meylin sadece beşerî tabiatımızdaki bir zaaf veya bir acziyet olmadığını; bilakis bunun da ötesinde, kalpler için çetin bir imtihan, ruhlar için ince bir sınanma ve nefsin tezkiyesini, irâdenin terbiyesini ve sabr-ı cemîli gerektiren îmânî bir keyfiyet olduğunu idrâk ederiz. Zira o baş döndüren câzibenin, o uçsuz bucaksız görünen ufukların aldatıcı parıltısının ardında, ekseriyetle, doymak bilmeyen nefislerimizin bitmek tükenmek bilmeyen hevesleri, sonu gelmez arzuları ve apaçık düşmanımız olan mel'un şeytanın hiç durmayan, hiç uyumayan vesveseleri, hile ve desiseleri gizlidir. Şehvetlere, gelip geçici zevklere meyyal olan nefs-i emmâre, dâimâ her türlü yasağa, her türlü memnû olana karşı bir iştiyak duyar ve tabiatı icâbı, elinin altında bulunmayana, meşrû kudretinin ve helâl dâiresinin dışında kalana doğru bir çekim hisseder. Bir şey ne kadar zorlaşır, ne kadar ulaşılmaz ve elde edilmesi güç hâle gelirse, nefs onu, tâlibinin nazarında o kadar büyütür, o kadar ehemmiyetli kılar ve ona öyle bir sûrette gösterir ki, sanki o, her türlü susuzluğu giderecek bir âb-ı hayât pınarı, her türlü arzuyu, her türlü emeli gerçekleştirecek yegâne gâye imiş gibi telakkî edilir. Çalışkanlık ve gayret, bu tuzaklara düşmemenin bir yoludur.
Kur'ân-ı Mecîd, tekrar tekrar tilâvet edilen nice mübîn âyetlerinde, bu fânî dünyanın, bu geçici hayatın ancak bir zevâl metâı, gelip geçici bir eğlence ve aldatıcı bir oyalanmadan ibaret olduğunu bizlere beyân buyurmuştur. Nitekim Cenâb-ı Mevlâ, o celîl kelâmında şöyle ferman eder: "Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Takvâ sahibi olanlar (Allah'tan korkup sakınanlar) için âhiret yurdu ise, muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?" (En'âm Sûresi, 32. Âyet). Şu halde, uzak hayallerin semâsında parıldayan o süslü emeller, o göz alıcı tasavvurlar, çoğu zaman bu fânî dünyanın, bu geçici hayatın, sonu hüsranla bitebilecek aldatıcı zînetlerinden, gelip geçici süslerinden başka bir şey değildir. Bu tür hayaller, kişiyi, Yaradan'ının yanı başındaki, her an tecrübe ettiği sayısız nimetlerine şükretmekten, O'na hamd ve senâda bulunmaktan alıkoyabilir ve onu, bir türlü tatmin olmayan bir hırsın, sonu gelmeyen bir hoşnutsuzluğun, bitmek bilmeyen bir bedbinliğin karanlık girdaplarına düşürebilir. Hüsnüzan ise bu girdaptan çıkışın ışığıdır.
ŞÜKÜR, RIZÂ VE KANAAT FAZÎLETLERİ: KORUYUCU ZIRHLAR, AYDINLATICI KANDİLLER VE GÖNÜL HUZÛRUNUN EBEDÎ PINARLARI
Şüphesiz ki, İslâm ahlâkının ulvî güzellikleri, onun şerefli ve nûrânî fazîletleri, basîret sahibi bir mü'mine, onu bu türden kaymalardan, bu nefsânî ve şeytânî tuzaklardan muhafaza edecek mânevî kaleler, metin sığınaklar ve o helâk edici tehlikelerden kurtaracak parlak nûrlar, yol gösterici kandiller takdim eder. Bu fazîletlerin başında ise, bütün nimetlerin yegâne sahibi ve vâhibi olan Cenâb-ı Hakk'a karşı dâimî bir şükür hâlinde bulunmak; ezel kaleminin yazdığı ve ilâhî kaderin hükmettiği her şeye samîmî bir kalple rızâ göstermek ve zamanın eskitemediği, kıymeti hiç azalmayan bir mânevî hazîne olan kanaat duygusuna sahip olmaktır. Zira şükür; kulun, kalbiyle, diliyle ve bütün âzâlarıyla, zamanlar boyunca sayıya ve hesaba gelmeyen, sonsuz lütufların sahibi olan Melik-i Deyyân'ın ihsanlarını, ikramlarını ve nimetlerini itiraf etmesi, O'na hamd ü senâda bulunmasıdır. Cenâb-ı Hakk'ın cûd u kereminden sana ihsân ettiği şeylerle iktifâ etmek, O'nun kazâsına ve varlık âlemindeki mutlak hükümranlığına kemâl-i teslimiyetle boyun eğmek (ki bu hakikî rızâdır); başkalarının ellerindeki dünya metâından, gelip geçici varlıklardan ve içinde hiçbir hayır ve fayda bulunmayan boş arzulardan, nefsânî temennilerden gözünü yummak, nazarını çevirmek (ki bu da hakikî kanaattir); bütün bunlar, mü'minin kalbine derin bir sükûnet, mânevî bir huzur ve vakar miras bırakan, onu gece ve gündüz itmi'nân ve emniyet örtüleriyle kuşatan en kıymetli mânevî hazînelerdendir. Ve Nebiyy-i Muhterem, Fahr-i Âlem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) – üzerine en mübârek salavâtlar ve en kâmil teslimiyetler olsun – bu nûrânî yolun alâmetlerini, hidâyet ufkunu aydınlatan şu özlü ve kesin sözüyle bizlere göstermiştir: "Hakikî zenginlik, mal ve mülk çokluğu ile değildir. Lâkin (asıl ve kalıcı) zenginlik, gönül zenginliğidir, nefsin tok olmasıdır." (Buhârî rivâyet etmiştir). Evet, gönül zenginliği, nefsin kanaatkârlığıdır asıl ve bâkî olan servet; bunun dışındaki her parıltı, her şa'şaa ise, aldatıcı, fânî ve kalıcı olmayan, gelip geçici sahte pırıltılardır. Bu zenginliğe giden yol, tefekkür ve gayretten geçer.
ASLÎ İŞTİYÂKI, EBEDÎ VE CELÎL GÜZELLİĞE TEVCÎH ETMEK:
Eğer kâinâta ve hayata, îmânın nûrânî basîretiyle, irfânın derinlikli nazarıyla bakacak olursak, mü'minin ümitlerinin ve emellerinin taalluk etmesi, gayret ve himmetinin bütün yolculuklarının ona doğru şiddetlenmesi gereken hakikî "uzaklığın", bu aldatıcı ve fânî dünyanın gelip geçici parıltısı, bu fıtratları ve tabiatları hak yolundan saptıran serâbı ve aldatıcı şa'şaası olmadığını idrâk ederiz. Bilakis o hakikî "uzaklık", ebedî karar yurdunda, dâr-ı bekâda asla eskimeyen, zevâl bulmayan, yok olmayan dâimî ve sonsuz bir nimettir. Cennet ve orada takvâ sahipleri için hazırlanmış olan dâimî ve kesintisiz nimetler ve en büyük saâdet olan, Celâl ve İkrâm sahibi Cenâb-ı Allah'ın cemâl-i bâ kemâlini müşâhede etmek; işte bunlar en yüce gâye, en ulvî emel ve en şerefli maksattır. Bunlar, mü'minin başını ve gönlünü ona doğru kaldırması, bütün varlığını ve nefsini ona doğru yöneltmesi gereken en büyük ve en şerefli "uzak hedefler"dir. Bu yüce ve kudsî maksada ulaşmanın yolu ise, dünyanın aldatıcı ve câzip "ufuklarına", fânî zevklerine ve geçici emellerine tutunmakla, onlara gönül bağlamakla değil; bilakis, rızâ-yı Bârî'ye muvâfık bir kulluk eşiğine samimiyetle ve sadâkatle bağlı kalmakla, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine sımsıkı sarılıp yasaklarından titizlikle kaçınmakla ve sâlih sözler, hayırlı ameller ve ihlâslı ibâdetlerle O'nun kurbiyetini, yakınlığını ve rızâsını kazanmak için dâimî ve kesintisiz bir gayret ve cehd göstermekle mümkündür. Zira O, her hâlükârda ve her durumda ne güzel Mevlâ, ne güzel Hâmî ve ne güzel Yardımcıdır.
AMELÎ HİKMETİN MÎZÂNI: KEMÂLÂT YOLUNUN FİKHİ VE TEVFÎK-İ İLÂHÎNİN NÛRU
Peki, bütün bu tefekkür ve tahliller, uzak ve erişilmez olana yönelik bu fıtrî meylin, bu içten gelen iştiyakın, mutlak mânâda bir şer, insanı helâke ve bedbahtlığa sürükleyen nefsânî bir hevâ ve heves olduğu anlamına mı gelir? Hayır, kat'iyen hayır! Yerin ve göğün Rabbine, O'nun sonsuz hikmetine yemin olsun ki, bu böyle değildir! Zira çoğu zaman, "gâib" olana, yani henüz bilinmeyene veya "mâverâ"ya, yani görünen âlemin ötesine karşı duyulan bu coşkun tecessüs, bu engin merak duygusu, insanoğlunun gönlünde keşif ve araştırma himmetini tutuşturan, idrâk ufkunu genişleten bir kıvılcımdır. Ona, sanatın en nâdide inceliklerini, ilimlerin en hayretâmiz harikalarını ilhâm eden, onu dâimî bir tecdîde, sürekli bir tekâmüle ve özgün bir yaratıcılığa, yani "ihsân" şuuruna teşvik eden bir rahmet esintisidir. Şu halde asıl mesele, bu fıtrî ve aslî eğilimi bastırmak, onu yok saymak değil; bilakis onu hikmetle yönetmek, hayra ve kemâlâta doğru yönlendirmek, onun mecrâsını ve istikametini doğrultmak ve İbn Müflih Hazretleri'nin bizlere irşâd buyurduğu gibi, zâhirî gözün süsleyip püsleyebileceği gelip geçici vehimlerin, fânî hayallerin ve aldatıcı fitnelerin tuzaklarına karşı dâimâ "akıllı", uyanık, basîretli ve teyakkuz hâlinde olmaktır. Bu, hüsnüzan ile birleşen bir çalışkanlık ve tefekkür gerektirir.
Şüphesiz, uzağın o büyülü câzibesinde, bizlere ulvî bir hedef sunabilecek, gönüllerimize ve ruhlarımıza güzel ve nâfi bir ilham kaynağı olabilecek nice hikmetler ve güzellikler vardır. Lâkin dikkat etmeli, fevkalâde sakınmalı ki, bu fânî parıltı, bu geçici câzibe bizleri cezbedip de üzerinde yaşadığımız şu toprağın, yani içinde bulunduğumuz anın ve mekânın kıymetini, her yönden bizleri kuşatan ve her an üzerimize yağan sayısız ilâhî nimetleri ve lütufları unutmayalım, onlara karşı nankörlük etmeyelim. Belki de hakikî dirâyet, gerçek mahâret ve derin ferâset, hayallerimizde canlandırdığımız o arzulanan, o idealize edilmiş güzellikten bir nebze de olsa kendi husûsî hayatımıza, günlük yaşantımıza indirebilme; yakın çevremize, içinde bulunduğumuz ortama o mânevî sihirden, o rûhânî parıltıdan bir nebze olsun aksettirebilme kâbiliyetinde ve gayretinde gizlidir. Ve bunu yaparken, içinde bulunduğumuz zamanın îcâb ettirdiği vazifeleri, mesuliyetleri ve kulluk borçlarını aslâ ihmâl etmeden, çevremizdeki insanların, yakınlarımızın haklarında ve hukuklarında en küçük bir kusur ve eksikliğe meydan vermeden hareket etmeliyiz. Zira uzak diyarların, meçhul hayallerin büyüsüne aşırı derecede dalmak, onlara kendini kaptırmak, yanı başımızdaki, elimizin altındaki yakın ve kesin olan nice hayır ve bereket fırsatlarının zâyi olmasına, elden kaçmasına sebep olabilir. Ve kim ki kalbini ve zihnini meçhul bir yarının, belirsiz bir geleceğin hayalleriyle, vehimleriyle meşgul ederse, içinde bulunduğu anın, yaşadığı günün getirdiği sorumlulukları, îfâ etmesi gereken vazifeleri ve taşıması gereken kulluk yüklerini yerine getirmekte nefsinde bir ağırlık, bir isteksizlik ve bir zorluk bulur.
HİKMET YOLCULUĞUNUN HÂTIMESİ, TEDBÎR VE TEFEKKÜRÜN ÖZÜ: YOLU AYDINLATAN, GÖNLÜ HUZURA ERDİREN BASÎRETE DOĞRU
Bu fikir ve ruh iklimlerindeki tefekkür seyahatimizin ve bu latîf, bu âşikâr mânânın derinlemesine tefekkürünün ve isticlâsının nihâyetinde, bizlere şu hakikat bütün vuzûhuyla tecellî eder ki; uzak olanın, daha güzel, daha mükemmel ve daha câzip bir sûrette görünmesi, insan rûhunun ve nefsinin yaratılışının ve imtihanının hayret verici cilvelerinden, hikmetli tecellîlerinden biridir. Aynı zamanda, Hakîm ve Alîm olan Cenâb-ı Allah tarafından, kulunun kalbi için bir mihnet, bir sınanma vesîlesi olduğu kadar, idrâk ve basîret sahipleri için bir lütuf ve atâdır. Bu, kanatlı muhayyilenin bizlere bahşettiği bir ilham esintisi olduğu kadar, en âşikâr hidâyet nûrundan, Kur'ân ve Sünnet'in aydınlığından gaflet edersek, maâzallah, tuzaklarına düşebileceğimiz, ağlarına takılabileceğimiz bir imtihan ve bir fitnedir. En mühim mesele, en ulu maksat ve en şerefli gâye ise, bu fânî dünyanın gelip geçici sihrine, aldatıcı câzibesine meylederken, basîret güneşinin, kalbimizdeki îman nûrunun bizlerden bir an olsun kaybolmaması, sönmemesi ve asırların derinliklerinden gelen o nûrânî kandil, o hidâyet meş'alesi olan İbn Müflih Hazretleri'nin hikmet dolu uyarısını, hayatımızın her safhasında, işlerimizin ve muâmelelerimizin karanlıklarında ve karmaşasında kendimize rehber edineceğimiz, istikametimizi tayin edeceğimiz bir irfan feneri, bir basîret menâresi yapmaktır.
Şüphesiz ki, mü'minin sâdık ferâsetinden, kavî îmânından ve derin yakîninden olan en mühim hasletlerden biri de şudur ki; o, uzak ufuklarda parıldayan her şeyin hâlis altın olmadığını, her göz kamaştıran parıltının kıymetli bir inci, nâdide bir cevher olmadığını pekâlâ bilir. Ve zâhirî gözün aldatmacalarına, fânî dünyanın câzibesine karşı kalp basîretinin nûruyla, îman ferâsetiyle silahlanmak; tükenmek ve bitmek bilmeyen nefsânî şehvetlerin, şeytânî vesveselerin ve bitimsiz arzuların şerlerinden ve tehlikelerinden korunmak için şükür, rızâ ve kanaat gibi ulvî ahlâkın sarsılmaz ve metîn kulpuna sımsıkı sarılmak; pek çabuk solan, zevâl bulan ve elden çıkan fânî dünyanın gelip geçici süslerine, aldatıcı zînetlerine aslâ aldanmamak ve dâimâ bâkî olan, aslâ yok olmayan, zevâl bulmayan hakikî ve ebedî güzelliğe, yani Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına ve O'nun vaadettiği sonsuz nimetlere samimiyetle ve iştiyakla yönelmek; bütün bunlar, dosdoğru ve müstakîm bir İslâmî hayatın temeli, esası ve kıvâmıdır ve aynı zamanda, dâimî ve kesintisiz nimetlerle dolu olan ebedî saâdet diyârı olan cennetlere doğru yapılan ulvî bir seyr ü sülûkun, mânevî bir yolculuğun cevheri ve özüdür. Bu, ancak çalışkanlık, hüsnüzan ve derin bir tefekkürle mümkündür.
Ve belki de hikmetin en yüce derslerinden, irfânın en kıymetli cevherlerinden biri de şudur ki; nazarını ve gönlünü uzak ufuklara, erişilmez gibi görünen hayallere doğru uzatırken, yanı başındaki, yakın çevrendeki, yolunu süsleyen taptaze bir çiçeği, bir nimeti, bir güzelliği gaflet ayağıyla ezmeyesin, onu görmezden gelmeyesin. Ve en yüce maksadın, en ulvî emelin ve hayatının gâyesi, Cenâb-ı Allah'ın rızâ-yı şerîfini, O'nun hoşnutluğunu ve sevgisini kazanmak olsun. Zira, hiçbir yorgunluğun, hiçbir meşakkatin bulandıramayacağı hakikî sükûnet ve itmi'nân; hiçbir kederin, hiçbir üzüntünün gölgeleyemeyeceği ebedî saâdet ve huzur, uzak diyarların süslü püslü, aldatıcı hayallerinin ve seraplarının gölgelerinde değil; bilakis, bütün mahlûkâtın yegâne Rabbi, Hâlıkı ve Mevlâsı olan Cenâb-ı Hakk'a kurbiyette, O'na yakınlıkta ve O'nun rızâsını, hoşnutluğunu kazanmaktadır ki; işte bu, misk gibi kokan bir hâtime, en güzel bir son ve bütün arzuların, bütün emellerin nihâyetidir, en şerefli gâyesidir.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi sırat-ı müstakîme hidayet eylesin. Âmin.
Hikmet Pınarından Süzülenler
- Uzak Mesafenin Perdesi: Mesâfe, eşyânın üzerine gizemli bir güzellik hâlesi örter. Zira uzak olan, hakikatin bütününden ziyade, hayal gücümüzün süslediği ve henüz gündelik hayatın tekdüzeliğinin dokunmadığı ideal bir tasavvurdur.
- Gönlün Zaaf Noktası: İbn Müflih Hazretleri'nin uyarısıyla sabittir ki: Göz, çoğu zaman güç yetiremeyeceği şeyi, olduğundan daha cazip bir kisvede görür de, bu durum sahibini aldanış tehlikesine dûçâr eder. Nazarını salıvermekten sakın!
- Fâninin Aldatan Parıltısı: Zâhirî göz, hakikatlerin aynası değil, vehimlerin perdesidir. Bize parlak görünen her şey, fânî dünyanın gelip geçici, hüsran miras bırakan aldatıcı bir zînetinden başka bir şey olmayabilir.
- Asıl Zenginlik: Nebî'nin (s.a.v.) mübârek sözüyle: "Hakikî zenginlik, gönül zenginliğidir." Asıl servet, mal çokluğu değil; şükür, rızâ ve kanaat ahlakıyla kuşanmış, nefsin tok olmasıdır.
- Kör Eden Gaflet: Uzağın büyüsüne aşırı derecede dalmak, kişiyi yanı başında, eli altındaki nimetlere karşı kör ve nankör edebilir. Hayalperestlik, bazen yakın olanın bereketini ziyan eder.
- Aslî Gaye: Mü'minin ümidi ve himmeti, dünyanın aldatıcı ufuklarına değil; ebedî karar yurdunda asla zevâl bulmayacak olan Celâl ve İkrâm Sahibinin cemâlini müşâhede etmeye yönelik olmalıdır.
- Basîret Nûru: Göz, zâhirin kabuğuna bakar; Basîret ise, Allah'ın takvâ sahibi kulunun kalbine ilka ettiği yakîn nûrudur ki, onunla eşyânın hakikati ve iç yüzü idrâk edilir. Kalp, bu nûrla korunur.
- Hakikî Maharet: Gerçek dirâyet, arzulanan güzellikten bir nebze de olsa kendi hayatına indirebilme; yanı başındaki dünyaya o mânevî parıltıyı aksettirebilme gayretinde ve kabiliyetinde gizlidir.
Türk Gençlerine Pratik Tavsiyeler
Genç yürek, sesin berrak olsun: uzakların cazibesini anla, ama ayağını başladığın toprağa sabitle. Aşağıda, fıtrî özleminin ve içsel tefekkürün yolunu aydınlatacak, kısa ve eyleme dönüştürülebilir öğütleri bulacaksın — her biri birer ilke, her ilke bir günlük eylemle doğar.
- Uzak Hayale Saygı, Bugüne Hürmet Uzak, insanı yüceltir; fakat yüceliğin temeli bugün yapılan sadeliktedir. — Bugün: Elindeki üç nimeti yaz; bir de onlardan birine yatırım yap.
- Gözün Aldatmasına Karşı Basîret Giy Işıltı çoğu zaman illüzyondur; gerçeği arayan göz, kalbi yormaz. — Bugün: Karar vermeden önce üç ayrı kaynaktan doğrula.
- Hedefi Ufukta Tut, Adımı Yakınlaştır Büyük hayal, küçük adımlarla gerçeğe dönüşür. Parçala, sıraya koy, ilerle. — Bugün: Uzak hedefine bir 90 günlük yol haritası yaz.
- Kanaat ve Şükrü Kalkan Et İç zenginlik, dışın en sağlam gâyesidir; azla yetinmek cesaret ister. — Bugün: 3 dakikalık şükür molası ver; huzuru not et.
- Nefsi Eğit, Disiplini Elinde Tut Her yeni arzu seni tüketmesin; irade, erdemin kasıdır. — Bugün: 21 günlük küçük bir disiplin deneyi başlat.
- Zamanını ve Kaynağını Kutsal Bil Para gider, zaman geri gelmez; kaynaklarını akıllıca bölüştür. — Bugün: Haftalık bütçeni ve zaman çizelgeni çıkar.
- Mentor Bul, Hikmeti Kısalt Tecrübe, seni yavaşlatmaz; seni doğru hızda yürütür. — Bugün: Öğrenmek istediğin bir konuda iki mentor adayı belirle, kısa bir mesaj at.
- Teknolojiyi Kullandır, Esiri Yapma Aletler güç verir; efendi ol, köle olma. Üretmek, tüketmekten üstündür. — Bugün: Bir çevrimiçi beceri kursuna kaydol ve ilk dersi bitir.
- Duygu Günlüğü Tut, Bilinçle Yaşa Hislerin sana yol gösterir; onları anlamak pusulandır. — Bugün: 5 dakika hislerini yaz — ne hissettin, neden hissettin?
- Niyetini Yükselt, Gayeni Belirle Hayatın anlamı, uğruna emek harcadığın şeyde parlar. Sadece kazanma değil; kazandırma hedefi taşı. — Bugün: “Neden”ini 2 cümleyle yaz; her sabah oku.
Gönül Sırrı, Gençlik Fermanı
Gönül Sırrı, Gençlik Fermanı
Uzaklarda bir sır vardır, / gönüllere olur ferman.
Görünmeden daha güzel, / daha şirindir her zaman.
Hayâlinle bezersin de, / olur sanki bir gülistan.
Yakındaki solar kalır, / uzaktaki olur sultan.
O serabın pırıltısı, / en zorlu, çetin imtihan.
Mesafeler bir tül örter, / gizlenir kusur ve noksan.
Sanırsın ki cennet orda, / bekler seni bir an-be-an.
Göz aldanır, gönül kanar, / sonu olur belki hüsran.
Nefis ister, şeytan dürter, / "Yasak olan hoştur" her an.
Oysa dünya bir oyundur, / bunu söyler bize Kur'an.
İbn Müflih ne güzel demiş, / asırlarca öteden, can:
"Nazar etme her gördüğün, / parlaklığa olur ziyan."
Göz aldanır, basîret gör, / odur kalbe nuru sunan.
Fânî süse meyledersen, / olur ömrün hep pür-efgan.
Asıl hüner, görmektedir, / elindeki lütf u ihsan.
Yakınında nice cevher, / görmez onu gafil olan.
Kanaattir en büyük mülk, / şükür ise ruha derman.
Rıza göster, huzur dolsun, / olmasın kalbinde buhran.
Zenginlik mal ile değil, / gönül tokluğudur inan.
Bâkî olana yönel ki, / odur en yüce, hoş mekan.
Ey genç yolcu, dinle şimdi, / sana kalpten bir armağan:
Ufuklara dalsan bile, / unutma içinde yanan.
O cevher ki sendedir bil, / sensin kendine kahraman.
Kendi öz nurunla aydın, / olur sana her yer meydan.
Sakın yeise kapılma, / hüsnüzanla bak ileri, can.
Bugünün hakkını ver ki, / ziyan olmasın geçen an.
Yakınını hor görme hiç, / her nimete şükret o an.
Çalış, gayret et, oku ki, / cehâlete düşme aman.
Sen bu yurdun umudusun, / geleceğe şerefle şan.
İmanınla, irfanınla, / aşıp geçersin her tufan.
En büyük gaye rızâdır, / O'na ersin bütün yollan.
Hakikatin sırrı budur, / budur en son, kâmil beyan.
Telif Hakkı © 2025, Dr. Aladdin Ali'in orijinal metninden ilhamla, Dr. Aladdin Ali tarafından yapılan bu edebi tercüme ve yeniden yorumlamanın tüm hakları mahfuzdur. İçeriğin, kısmen veya tamamen, yazarın yazılı izni olmaksızın kullanılması, kopyalanması veya yeniden yayımlanması, bu edebi ve ilmî çalışmaya gösterilen emeğin ve fikrî mülkeyetin korunması amacıyla yasaktır.
